Tuesday, December 09, 2008

Friday, November 28, 2008






http://geniusbeauty.com/cute/funny-sleeping-cats/








http://www.hemmy.net/2006/10/15/creative-advertisements-around-the-world/
krizin faturasını ödemiyoruz güzel ama içi boş bir slogan bence. nasıl ödemiyoruz? miting yapıp, beş saat sonra dağılıp bir şey olmamış gibi yaparak mı? arjantin'de ne yapılmış? muhalafet "vergileri vermiyoruz" diye bir kampanya yapmış mı? ya da kapanan fabrikalar işgal edilmiş mi? ya da bazı fabrika depoları yağmalanmış mı insanların ihtiyaçları için?

ödemiyoruz iyi güzel de nasıl?




http://haha.nu/creative/creative-photos-by-chema-madoz

Friday, November 14, 2008

Yokluğum Türk varlığına armağan olsun,
Arat Dink,
Taraf


Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül soruyor: “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi?”

Soru basit, hadi cevap ver.

Tek başına bir anlamı yok tabii. Hatta tek başına okunsa “Allah söyletmiş” ya da “gönülden söylenmiş sözler” de denebilir. Nitekim dünyanın birçok yerinde “Türkiye etnik temizliği kabul etti”, “Türkiye’de resmî görüş değişiyor” gibi olumlu yorumlarla karşılayanlar da olmuş.

Oysa işin aslı öyle değil. Zira Bakan “bugünkü devlet”i olumlayarak soruyor sorusunu. “Şunlar devam etseydi bugünkü devlet olur muydu” derken de eğer bugünkü devleti olumluyorsan, o devam etmeyen şeylerin devam etmemesinden de memnunsun demektir. Açık açık da söylemiş zaten –ben niye bu kadar uğraşıyorsam?..

Birçok yabancı, “bir savunma bakanı niye bunlarla ilgileniyor” diye de sorabilir tabii. Türkiye’yi biraz bileni de “savunma”nın bu ülkede başka bir egemenin tekelinde olduğunu bildiğinden, savunma bakanının asıl işini yapamadığı için mecburen başka şeylerle (demografik yapı, ekonomi vs.) ilgilendiğini düşünebilirdi. Ama Türkiye’yi biraz daha tanısa, azınlıkların bu ülkede tam da bu alanda değerlendirildiğini bilecek, hatta eğitim kitaplarında azınlıklardan sadece Lise Milli Güvenlik Ders Kitabı’nda bahsedildiğini bilecek ve Bakan’ın bu ilgisine hiç şaşırmayacaktı. Kısacası, savunma bakanı işini yapıyor.

Ciddiyete davet edildiğimi duyar gibi oluyorum. O yüzden bundan sonrası çok ciddi olacak. Soru neydi?..

“Rumlar, Ermeniler (YAŞAMAYA) devam etseydi, bugün Türkiye aynı milli devlet olabilir miydi?”

“Hayır olmazdı.” Basit soruya basit cevap.

Sen kalk, yokluğuma övgü düz, sonra da o yokluğum üzerine bir ülkenin kurulduğunu ifade et, o ülkenin bugünkü halini makbul gör, ondan sonra da ‘olsalardı ne olurdu halimiz’ diye iç geçir. Kendi ayağına kurşun sıkmanın tarifi gibi bir şey. ‘Sana ne’ diyeceksiniz. Sıkmışsa sıkmış. O ayakla sizin birlikteliğinizi çoktan koparmadılar mı zaten? Gerçekten de işin bu bölümünden artık bana ne...

Tabii işin en acı tarafı, Bakan’ın söylediklerinin büyük bölümünün maalesef doğru olması. Peki, doğruysa doğru, sorun ne? Bakan doğruyu söylüyor ama doğruyu yanlış söylüyor. Yüreğimizin tavan aralarına, bodrum katlarına koyup, gittiğimiz her yere beraberimizde götürdüğümüz, kırılgan acılarla dolu sandıklarımızı oradan oraya savuruyor. Zar zor, ite kaka vardığımız “O dönem herkes çok acılar çekti” kavşağından, direksiyonu birden bire “iyi oldu” sokağına kırıyor. Olanları doğru söylüyor ama olanların doğru olduğunu da söylüyor.

Şu soruya hakkıyla cevap verelim şimdi...

“Hayır, aynı olmazdı. Süper olurdu.”

Sen ne diyorsun?

Bütün ülke üç noktaya birikmez, kırk küsur merkez olurdu. Yirmi, otuz yıllık fidan hayatlarımız değil, kadim bir orman gibi kültürümüz olurdu. Anasının doğduğu yerde doğabilirdi herkes, işte o zaman ülke, “memleket” olurdu.

Ben neler söylüyorum?

Hiçbir şey değişmese bile en azından o insanlar bugün yanımızda, bizimle yaşıyor olurdu. Hiçbir şey değişmese bile en azından sen bu ülkede savunma bakanı olmazdın. Olsan da böyle düşünmezdin. Düşünsen de böyle konuşacak cesaret bulamazdın. Konuşsan da ertesi gün hâlâ bakan olmazdın.

Bir daha bakalım, savunma bakanı neyi savunuyor?..

Olmamamızın iyi olduğunu savunuyor. Tehcir ve mübadelenin Türkiye için çok hayırlı olduğunu savunuyor. Bunca yıl söyleyip duracaksın ‘öyle bir niyet yoktu, bunlar savaş tedbiri’ falan filan diye; ondan sonra da, bu “gönülsüz tedbirler”den nasıl fayda sağladığını, onların üzerine nasıl inşa olduğunu falan, rahat rahat anlatacaksın.

Bu gönülsüz tedbirlerin anlamının “milyonlarca can” olduğunu ayrı bir cümlede söyleyeyim dedim, yoksa ağır olacak...

Çok sık unutulan ilginç bir şey söyleyeceğim: Biz hâlâ varız. İşte şu kadarız bu kadarız. Azız mazız, azınlığız, ama varız. Bizim de (yani şu an olanlarımızın da) olmamamızı mı istiyor Bakan?

“Yok” diyecek elbet. “Estağfurullah. Olur mu hiç öyle şey; sizin başımızın üstünde yeriniz var.” Madem bizim olmamızın bir mahzuru yok o ölenler, o gidenler de olsaydı... Ama o bunun cevabını vermiş. Onlar işte verimli topraktaydı, adadaydı modadaydı, paralar onlardaydı... “O verimli topraklar, o paralar babanın malıydı da hileyle hurdayla mı aldılar, yalanla dolanla mı aldılar? Onlar, o verimli topraklara gökten zembille mi indiler” diye sorarlar adama.

Bu resmî tez benim kafamı iyice karıştırdı. O insanlar tedbiren mi sürüldüler, yoksa verimli topraklardalar diye mi sürüldüler? Unutmuşum, zaten Ermeniler Ermeni oldukları için sürülmemişlerdi... Sadede geliyoruz galiba. Tabii o zaman “soykırım”dan yırtmak için verimli topraklardaki müslim-gayrimüslim herkes sürüldü” gibi bir şey söylemek gerekecek –o tarih de yakında yazılır herhalde.

Sermayenin “milli”leştirilmesiyle (hele böyle millileştirme) liberal ekonominin aynı cümlede nasıl kullanıldığını da bir uzman bize anlatır artık. Sen “milli”yi böyle tarif et, “millet”i, “Türk”ü böyle tarif et ondan sonra da çıkıp “tek millet” diye slogan attığında karşı çıkanlara kapıyı göster. “Ben Türk değilim” diyene de kız.

Çok ciddi bir önerim var. Hani göz bebeklerimizi, civcivlerimizi her pazartesi sabahı, torna-tesviye sıralarına oturtmadan önce, beton bahçelerde topluyoruz ya, hani onlara şuur aşılayıp, tekleştirip, kutsal amaçlara kanalize edip, dar borulardan geçiriyoruz ya. Hani hep bir ağızdan ant içtiriyoruz ya: “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diye... Azınlık okullarında şöyle dedirtelim çocuklara mesele kapansın: “Yokluğum Türk varlığına armağan olsun.”

İnkârdan ikrara doğru yol alınacağını elbette öngörebilirdik de, o ikrarın böyle gönülden bir ikrar, yaşananı olumlayan bir ikrar olacağını da doğrusu tahmin edemezdik.

“Gönülsüz tedbirler”den, “gönüllü yokluğumuz”a, resmî ağzın önlenemez evrimine tanık oluyoruz. İç ses artık işkembede durmuyor, duramıyor. Ne de olsa egemenler inkârı sevmez. “Madem egemenim, niye inkâr edeyim?” Egemenlerin “İnkâr Hanı”nda konaklamaları geçicidir hep; o, hanın jeopolitik önemindendir, konjonktür baskısındandır, meşruiyet derdindendir. Zincirinden boşaldı mı “İkrar Evi”ne dönmek ister, evi gibi yoktur onun. Gönlünde yatan aslan kükrer: Yaptımsa yaptım; yine yaparım!

Sür kardeşim o zaman. Gönlümüz zaten sürüldü çoktan. İliklerimize işlemiş kör olası ilkeler sayesinde zaten zar zor durduğumuz memleketimizden, atalarımızın, daha da önemlisi torunlarımızın yüzüne bakacak onurlu bir duruş uğruna ağız dolusu lafı yiyip yuttuğumuz, her gün yaşamaya çalışarak yaşadığımız DÜNYAMIZDAN, sür bizi de gayrı. Sür gitsin, sür bitsin. Bu lafı yutmayacağım ben.

Ama niye süreceksin? Bizim etimiz ne budumuz ne? Dişinin kovuğuna gitmez. Zaten biz sürüyüz. Egemenliğe ortak olmayı istemek yerine, egemenin akıllısını ister ya sürüler, bizimki de o misal; oturmuş egemenin akılsızlığından bahsedip, egemen uyarıyoruz. Bu kadarı da fazla, bu iş böyle göstere göstere de yapılmaz ki. Vicdan evinden hiç mi geçmedi yolun?

http://www.taraf.com.tr/haber/21425.htm

Wednesday, November 12, 2008


bu cumhuriyet gazetesi'nin bence iletişim derslerinde okutulabilecek kadar büyük bir manipülasyonu.. spordan önce kahve içmenin (özel olarak parantez içinde belirtilmiş, türk kahvesi diye bilinen kahve olmayacak bu kahve) egzersin öncesi nasıl iyi geldiğini anlatan haberlerin çevrelediği bir cafe crown reklamı. yani cumhuriyet'in sponsorunun reklamı. ayıp mı? malum mu?
vecdi gönül'den itiraflar...

Wednesday, November 05, 2008

ekşi sözlük'te yazılan bir yazıdan hareketle:

mustafa filmi üzerinden can dündar'a saldıranlar ikiye ayrılıyor bence. bir tarafta atatürk'ü sarı zeybek belgeselinden ayrıntılı şekilde öğrenip mustafa'ya saldıranlar var. komik çok.
diğer tarafta da kalpaklı atatürk'ün üzerinden para kazanan, siyaset yapan, ontolojik durumlarını kalpaklı atatürk'e borçlu olan faşist sürü var.

belgesel iyidir kötüdür, gereklidir gereksizdir sanki o çok başka bir tarafta kaldı bile.

bu dükkanın önüne artık kim parketmeye cesaret edebilir ki? ara sokakta bir yerde gördüm bunu bugün.
2. dalga blog akımımda sanırım yorum bekleyen yorumlar durumu biraz kalkıp bloga kelime anlamını geri verme durumu olacak. insanlar neden günlük tutup bunu da herkesin okumasını isterler bilmiyorum, bir de tam tersi var tabi, günlük tutup kimsenin okumamasını istemek. bu da saçma olduğuna göre günlük saçma bir şey diyerek çıkabiliriz durumun içinden.

bugün perihan mağden'in güzel bir yazısı geçti elime, okumam gerektiği düşünüldü bir arkadaşım tarafından. kadın da okunması gerektiğini düşünmüş herhalde ki o garip dilini kullanmadan yazmış. okunur kılmış yazısını.

teknolojik bir canbazlık deneyeyim. işte: YAZI

Monday, November 03, 2008

Almanya'nın bir çok eyaletinde 10 velinin isteği ile Kürtçe seçmeli ders olarak okutuluyormuş. “Tek devlet, tek bayrak, tek millete karşı çıkanlar gitsin” diyen başbakan aslında burada size hak, değer verilmez gidin size değer veren yerlerde yaşayın mı demek istiyor yoksa?

Thursday, October 30, 2008

Wednesday, October 29, 2008


bu nar yavrusunu odamın penceresinden içeri attı biri. neden attı bilmiyorum ama sevimli bir şey.

masumiyet filmindeki büyük monolog..

-çocuk neden sakat abi?
-doğuştan... doğuştan denmez aslında. hamileyken babasından ağır bi dayak yemiş.
-babası nerde?
-sinop’ta
-hapishanedeki? geçen gün uğur ablayı hapishaneye giderken gördüm...
-sevgilisi...
-onun için mi bu şehirdesiniz? ha?
-uzun hikaye karışık... bu kaltakla aynı mahallede büyüdük. mevlanakapı’da. babası zabıtaydı. alkolik hasta bi adamdı rahmetli, erkenden de gitti zaten. bu anasıyla yoksul, perişan... bizim tuzumuz kuruydu, hacı babam yapmış bi şeyler. bi de zagor vardı. (burda müzik girer) bizim eski evin kiracısının oğlu. babası filimciydi yeşilçamda. cepçilik, arpacılık, her yol vardı itte. ama sevimli, yakışıklı oğlandı. bizimkine aşık etmiş kendini. ben efendi oğlanım, okul mokul takılıyorum o zamanlar. öylece büyüdük gittik işte. ne bok varsa? hep askerliği beklerdim. dört sene kaldı, üç sene kaldı... sonunda o da geldi gittik. bizde de herkes bunu bekliyormuş; gelir gelmez yapıştılar yakama. ev düzüldü, kız bulundu, çeyiz falan filan... nikahlandık. iki taksi bi dükkan verdi peder. dükkanda koltuk moltuk satardım. bi gün bu orospu çıkageldi. hiç unutmam, görür görmez cız etti içim. böyle basma bi etek dizine kadar, çorap yok, üstünde açık bi bluz, saçlar maçlar... pırlanta anlayacağın. şunun bunun fiyatını sordu, dalga geçti benimle. kanıma girdi o gün. tabii taktım ben bunu kafaya. ertesi gün bi soruşturma... dediklerine göre yemeyen kalmamış mahallede. ama asıl zagor’a kesikmiş. zagor’da kaftiden içerde o sıra. bi gün, süslenmiş püslenmiş; zırt geçti dükkanın önünden. yazıldım peşine. tuhafiyeciye gitti, pastaneden çıktı; minibüs otobüs, geldik sağmalcılar’a; benim içimde bi sıkıntı. işi anladım tabii: zagor’u ziyarete gidiyo. bi tuhaf oldum, piçi de kıskandım. uzatmayalım çaresiz evlendik ötekiyle. o ara zagor içerden çıktı. sonra bi duyduk; kaçmış bunnar. altı ay mı bi sene mi; kayıp. hep rüyalarıma girerdi orospu. o gün dükkana gelişini hiç unutamadım. benimkine bile dokunamaz oldum. sonra bi daha duyduk ki iki kişiyi deşmiş zagor: biri polis, ikisinin de gırtlağını kesmiş. karakolda beş gün beş gece işkence buna. arkadaşlarının öcünü alıyorlar. kaltağa da öyle... önce öldü dediler zagor’a, sonra komalık. ankara’da oluyor bunnar. bizimki bi gün çıkageldi mahalleye. zagor içerde, en iyisinden müebbet. bi sabah dükkana geldim, baktım bu oturuyo. önce tanıyamadım. anlayınca içim cız etti. cız etti de ne? tornaya değmiş gibi oldu. çökmüş, zayıflamış, bembeyaz bi surat... ama bu sefer başka güzel orospu. oranın şarkıları gibi. kalktı böyle, dimdik konuşmaya başladı. dedi para lazım, çok para. zagor’a avukat tutacakmış. ilerde öderim dedi. esnafız ya bizde, “nasıl?” diye sormuş bulunduk. orospuluk yaparım dedi, istersen metresin olurum. içime bişey oturdu ağlamaya başladım, ama ne ağlamak! işte o gün bu günden beri bu orospuyla tam yirmi yıl geçti. uzatmayalım, zagor’a müebbet verdiler. ama rahat durmaz ki piç! ha birini şişledi, ha firara teşebbüs; o şehir senin bu şehir benim, cezaevlerini gezip duruyo. orospu da peşinden. sonunda dayanamadım: ben de onun peşinden... önce dükkan gitti, ardından taksiler. karı terk etti, peder kapıları kapadı. yunus gibi aşk uğruna düştük yollara. iş bilmem, zanaat yok. bu durmuyo hiç. ilk yıllar ufak kahpeliklere başladı, sonra alıştı. gözünü yumup yatıyo milletin altına. gel dönelim diye çok yalvardım. evlenelim, pederi kandırırım, zagor’a bakarız: yok. kancık köpek gibi izini sürüyo itin. n’aptı buna annamadım. kaç defa dönüp gittim istanbul’a. yeminler ettim. doktorlar, hocalar kar etmedi. her seferinde yine peşinde buldum kendimi. bi keresinde döndüm, biriyle evlenmiş bu, hamile... beni abisiyim diye yutturduk herife. nedense rahatladım, ohh dedim, kurtuluyorum. bu da akıllanmış görünüyo. yüzü gözü düzelmiş, çocuk diyo başka bişe demiyo. sinop’ta oluyo bunnar. ben de döndüm istanbul’a. doğumuna yakın, zagor bi isyana karışıyor gene. hemen paketleyip diyarbakır cezaevine postalıyorlar. çok geçmeden bizimki depreşiyo gene; o haliyle kalk git sen diyarbakır’a, üç gün ortadan kaybol... herif kafayı yiyo tabii. dönünce bi dayak buna: eşek sudan gelinceye kadar. kızın sakatlığı bu yüzden. sonra çocuğu doğuruyo. uzun zaman anlaşılmamış. ortaya çıkınca bi gece esrarı çekip takıyo herife bıçağı. çocuğu da alıp vın diyarbakır’a, zagor’un peşine. allahtan herif delikanlı çıkıyo da şikayet etmiyo. ben o ara istanbul’da taksiden yolumu buluyorum. epey bi zaman böyle geçti. yine her gece rüyalarımda bu. zagor’un diyarbakır cezaevinde olduğunu duymuştum o sıra. bi gece bi büyükle eve geldim. hepsini içtim. zurnayım tabi. bi ara gözümü açıp baktım: karlı dağlar geçiyo. bi daa açtım, başımda bi çocuk, kalk abi, diyarbakır’a geldik diyo. baktım, sahiden diyarbakır’dayım. bi soruşturma... kale mahallesi vardır oranın, bi gecekonduda buldum, malımı bilmez miyim? görünce hiç şaşırmadı. hiç bişe demedik. o gece oturup düşündüm. oğlum bekir dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi. o gün bugün usul usul yürüyorum işte. hııh!


bu da izlemek için: http://www.youtube.com/watch?v=cfu4Hq6kzcI

Wednesday, April 30, 2008

hayır benim anlayamadığım şey, bakanlar kurulu'nun 1 mayıs'ın tatil olmaması için sunduğu gerekçelerden en -onlar için- elle tutulur olanı bir tatil gününün maliyetinin 2 miyar ytl olmasıydı. bu hesabın gerçekdışılığı bir yana, 30 nisan'dan bakınca taksim'e demir barikatlar koyulmaya başlanmış; çevre illerden otobüslerle, uzak illerden de uçakla polisler istanbul'a taşınmaya başlanmış; ulaşım seferleri iptal edilmiş ve büyük ihtimalle de iş kaybı doruk noktaya çıkacak. maliyet zaten artıyor bu korkuyu yaymak, hayalet şehri oluşturmak için. peki tüm bunlar neden? tüm bu yalanlar ve üstüne bu önlemlerle o yalanları gerçek etmeler? tatil isteyenlere hayır dedikten sonra, şehri hapishaneye çevirip zorunlu tatil yaratmalar?

bir simgeyi "sol" görüşe vermemek için mi?

Friday, March 21, 2008

öyle mi böyle mi

%47 oy alan parti kapatılır mı?
80 küsur yaşındaki gazeteci gözaltına alınır mı?

daha başarısız ve meselenin özüne dayanmayan karşı çıkışlar bulunabilir mi?

Friday, March 14, 2008

-2- soru

kendisini yasaklamalarla/kapatmalarla insanların zihninde muhafaza etmeye/hegemonya kurmaya çalışan bir ideoloji/yapı kendisinin sadece sonunu geciktirmez mi? yeteri kadar/engelleyemeyeceği kadar güçlü bir dalgayı bekleyen kumdan bir kale...

derdimiz otoriter ve hatta totaliter bir gericiliğe karşı durmaksa bu gericiliğin kaç yıl öncesinden geldiği bizim için bir şey değiştirir mi?

Monday, February 04, 2008

türbana karşı çıkmak ayrı bir şeydir, onun yok olması için fikirlere değil yasaklara güvenmek ayrı bir şeydir. hem türbana hem de yasaklara karşı da durabilmek özgürlükçü bir yaklaşım olacaktır. bir dini gereklilik/sonuç (olup olmadığı tartışmalı) olan türbana da, bu tip şeylerle mücadelede fikirleri yerine gücün getirdiği yasaklara güvenen zihniyete de karşı durulmalıdır. yoksa dini gereklilikler de gün gelir özgürlükçü yaşamı boğar; fikirler yerine gücün yasaklama kabiliyetine güvenenler de hayatı zindana çevirir. özgürlükçü olmak bu dikatominin dışına çıkabilmektir.

Tuesday, January 22, 2008

Hrant Dink, Almanya’nın dünyaca ünlü dergisi Stern’in kurucusu Henri Nannen adına her yıl geleneksel olarak verilen gazetecilik ödülünü ölümünden bir süre önce aldı. Basın ve Düşünce Özgürlüğü ödülüne layık görülen Dink, Hamburg’da Alman Tiyatro binasında bir konuşma yaptı. Konuşmasında Türkiye’nin dışarıdan çok karanlık, dindar ve milliyetçi gözüktüğünü ancak, kendi düşüncesinin farklı olduğunu söyleyerek, “Ben o ülkenin içinden geliyorum ama o ülke karanlık bir ülke değil, aydınlanıyor ve biz orayı aydınlatmak için çaba sarf ediyoruz” dedi.
Hrant Dink konuşmasını yaptıktan sonra yerine geçti, ancak Nannen’in büstünden oluşan heykelciği almayı unutmuştu. Sunucu Günther Jauch anonsuna devam ederken, Dink sessizce kürsüye yaklaştı ve Jauch’un arkasından geçerek ödülünü aldı. Sunucunun arkasında biri olduğunu fark edip dönmesi üzerine, ödülünü göğsüne koyarak kaçmaya başladı. Kaçışı izleyen davetlililer Dink’i alkışlamaya başladı.

İşte Dink’e ödülünü unutturan ve Banu Güven’le 24+’da yayınlanan konuşmanın tam metni:

“Sayın bakanlar, sayın senatörler, değerli meslektaşlarım ve çok değerli konuklar.

Bir insan varmış ve ben onu tanımıyordum hiç... Ve bugün onu tanıdım işte bu o... Ve böyle bir insanla aynı çizgide sayılmam benim için gururların, onurların en büyüğüdür. Yani onun Alman demokrasisi için ne kadar düzgün durduğunu yeni öğreniyorum. Onun gibi olmak bundan sonra benim de temel hedefim.

SİZLERİN DE CANINI SIKACAĞIM
Değerli arkadaşım beni tanıtırken zaten tarifimi anlattı size ve ben bunun için fazla konuşmayacağım. Ama biz yazarlar ve çizerler genellikle sadece bazılarının değil herkesin canını sıkarız. Ve belki ben şimdi sizlerin canını da sıkacağım.

Önemli bir tarihten bahsedildi, benim halkımın tarihinden bahsedildi, yaşadığı trajediden... Evet orada yaşayan bir halk vardı, 4 bin... Bu halk önemli bir uygarlık yaratmıştı ve artık onlar orada yoklar... Onlardan iz kalmadı. Ya da çok az iz kaldı. İyi ama bunun sorumluluğu sadece Türklerde mi? Acaba biz Avrupalıların da bir sorumluluğu var mıydı? Acaba bu soruyu kendimize sormamız gerekiyor mu? Bence evet. Eğer bu soruyu sorarsak geldiğimiz sonuçta, bugün ne yapmamız gerektiğini de çok daha net bir şekilde ortaya koyabiliriz diye düşünüyorum. Evet hepimizin sorumluluğu var; Avrupa’nın da o acıların yaşanmasında sorumluluğu vardır. Ama bugün artık o acıları telafi etmenin fırsatı var.

TÜRKİYE KARANLIK DEĞİL, AYDINLANIYOR
Evet ve size Türkiye’den bahsetmek istiyorum. Dışarıdan çok karanlık, çok dindar, çok milliyetçi gözüken bir ülkeden bahsediyorum. Ve ben o ülkenin içinden geliyorum ama o ülke karanlık bir ülke değil, aydınlanıyor ve biz orayı aydınlatmak için çaba sarf ediyoruz. Ve sizlerden beklentimiz bu çabamızda bize her zaman doğru bir şekilde destek vermeniz... Bugün Türkiye Avrupa Birliği’ne girmek istiyor ve yanı başında onun Ermenistan var. Zor şartlar altında yaşayan bir ülke onlar da, Avrupa’nın en azından komşusu olmak istiyorlar. Acaba şimdi yeni bir fırsat mı doğdu onları ortak çıkarda buluşturmak ve tekrar barış getirmek için, ben çıktığını düşünüyorum. Ve bunun için sizlerden yardım istiyorum. Türklere de Ermenilere de yardımcı olun. Birbirlerini anlamaya çalışsınlar, tarihle yüzleşsin o kapalı kilit açalım o kilidi ve aşalım artık önümüze bakalım.

HAKARET ETMİYORUZ, GELECEK İÇİN ÇALIŞIYORUZ
Ben Türkiyeliyim ve Ermeniyim iki kimliğim birden içimde uzlaştırarak yaşıyorum. Hem varlığını yitirmiş bir halkın çocuğuyum ve onların acısını ebediyete kadar sırtımda taşıyacağım ama aynı zamanda bu halkı tekrar barıştırmak için önümüze ne engeller çıkarsa çıksın ifade özgürlüğümüzü kısıtlarlarsa kısıtlasınlar bizi yanlış anlatırlarsa da anlatsınlar ve dediği gibi hakaret ettiğimizi saysalar da saysınlar hayır biz hakaret etmiyoruz, biz insanların geleceği için çalışıyoruz ve ben buna devam edeceğim. Bana verdiğiniz destek benim için çok önemli, sizlere ülkem adına da teşekkür etmek istiyorum.”

görüntü için:

http://www.ntvmsnbc.com/news/433871.asp

Devlet Glock tabanca satışına başlıyor

Danıştay saldırısı ve Rahip Santoro cinayetinde kullanılması üzerine iptal edilen Glock siparişleri yeniden verildi. MKEK’nin bu ay sonunda ithal edeceği 825 Glock tabanca 3 bin dolara satılacak.


Kamuoyunda “hayalet tabanca” ya da “suikast silahı” olarak adlandırılan, ancak Avusturya kaynaklı firmanın, haksız rekabete yol açtığı gerekçesiyle bu deyimlerin kullanılmasının yasaklanmasını istediği Glock marka tabancalar, artık Türkiye’de de resmi olarak satışa sunulacak. Makine Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK), resmi olarak siparişleri almaya başlayacak ve silah teslimatları da Şubat ayından itibaren gerçekleştirilecek. MKEK iki yıl önce ithalat için siparişleri vermiş, silahların Danıştay saldırısı ve Rahip cinayetinde kullanıldığı belirlenince iptal etmişti. Bunun üzerine de, silahların, başta Irak olmak üzere, kaçak yollardan Türkiye’ye sokulduğu belirlenmişti.
Dünya silah pazarının yüzde 50’sini, en büyük silah pazarı olan ABD pazarının ise yüzde 70’ini elinde bulunduran Glock marka tabancaların Türkiye’ye ithalatı ile ilgili işlemler, 2006 yılında MKEK tarafından tamamlanmış; ancak aynı dönemlerde bu silahlarla Danıştay saldırısının, ardından Trabzon’daki rahip Santoro cinayetinin işlenmesi nedeniyle tartışma yaratmıştı.

İTHALAT İPTAL EDİLİNCE KAÇAK YOLLARDAN GİRDİ
MKEK de, bu haberlerin oluşturduğu hassasiyetleri gerekçe göstererek, siparişleri iptal etmişti. Ancak bu süreçte, özellikle Irak’tan kaçak yollarla giren Glock tabanca sayısında artış belirlendi.

Firma yetkilileri ise, benzeri tabancalar ve hatta yine aynı ülke Avusturya’nın değişik markalardaki tabancaları MKEK tarafından satılırken, Glock’un satışına izin verilmemesiyle, Türkiye’nin, Avrupa Birliği’nin en önemli krierlerinden biri olan rekabet kuralını ihlal ettiğini iddia ederek, serbest rekabet kuralının işletilmesini istemişti.

Güvenlik yetkilileri de, Glock marka tabancaların Türkiye’ye kaçak yollardan sokulmasına son zamanlarda daha sık rastlanır olmasının ve karaborsada fahiş fiyatlara satılmasının altında, Türkiye’de bu silahların resmi olarak satılmasına izin verilmemesinin yattığı uyarılarında bulundular. MKEK ve Milli Savunma Bakanlığı yetkilileri, bu uyarılar üzerine, serbest rekabet kuralını işletme ve yerli sanayiye öncülük etmesi adına firmaya değişik modellerde 825 adet tabancanın kesin siparişini geçtiğimiz günlerde verdiler.

OCAK SONUNA KADAR 825 TABANCA GELECEK
Glock firmasının Türkiye Temsilcisi Mend Savunma Genel Müdürü Müslüm Erdoğan, MKEK’nin bu siparişini doğruladı; 825 adet Glock tabancanın Ocak ayı sonuna kadar Türkiye’ye gelmesini beklediklerini ve Şubat ayından itibaren de MKEK’de resmi satışa sunulacağını umduklarını ifade etti.

825 adet tabancanın, piyasayı test etme amacını güttüğünü söyleyen Müslüm Erdoğan, talep olması durumunda gerisinin geleceğini garanti ettiklerini de sözlerine ekledi.

Glock marka tabancaların, MKEK tarafından yaklaşık 3 bin dolar civarında bir fiyattan satılmasının öngörüldüğü belirtiliyor.